Saturday, April 28, 2012

Geldim de siz nerelerdesiniz?

Nerelerdeydim? Aslında buralardaydım:) Ama sanırım herşeyin bir zamanı var ve güzel şeyler zamanla tükeniyor ve dönemini bitiriyor. Ama bir gün geriye bakıyorsun ve özlediğini hissediyorsun. Eskisi gibi asla olmayacağını da biliyorsun ama zaten eskisi gibi olsun diye bir beklentin yoksa bu seni üzmüyor.

Yıllar önce büyük bir hevesle buraya yazı yazmaya başladığımda 10 yaşında bir oğlu olan, bir Alman firmasında mimarlık yapan, neşeli, iyimser, çok titiz, temizlik hastası ve pimpirikli bir anneydim. Bunlar çok mu değişti? Aslında hayır. Tabi 6, 7 yaş kadar yaşlandığımı, artık bir ergen annesi olduğumu, temizlik, titizlik ve pimpirikliği az da olsa geride bırakabilecek bir olgunluğa eriştiğimi söylemem lazım. Buna büyümek denmiyor elbet:) Olsa olsa yaşlanmak, hadi daha sempatik şekli ile olgunlaşmak diyelim. Ne olursa olsun hayatı hala güzel ve yaşanabilir diyelim.

Geçirdiğim ağır bunalımlar, bazı hastalıklar ileboğuşmalarım eski işyerimdeki nefret vari son yıllarım, yakın arkadaşlarımdan yediğim güzel kazıklar, babam gibi sevdiğim canım kayınpederimi kaybetmem elbette zordu. Ama hayat zor değil mi sonuçta? Hepimiz bu siyah- gri günleri yaşamıyor muyuz? Ama yağmur sonrası gökkuşakları da biz insanlar için. Önemli olan en dibe battığımız anlarda tekrar su üzerine çıkabilmek. Nefes alabilmek. Bunu yaptığımız an her renk gözlerimiz önüne serilir işte.

Çoğunuzun artık buralarda olmadığını tahmin ediyorum. Burada olanların da Renkle'ri çoktan unuttuğunu biliyorum. O kadar doğal ki bu. Ama herşey yeniden başlayabilir, ya da yeni bir blog açar yeni arkadaşlar tanırım kimbilir.

Yazmak hep bir tutku oldu benim için. Hatırlar mısınız bir bloğum daha vardı hadi kitap yazalım diye. O hikayeyi epey geliştirdim, kitap şekillendi. Muhtemelen hiç bir zaman yayınlanmayacak ama emekli olduğumda bunun gerçekleşmesi için çabalayacağım. Çünkü her insan kendinden sonrakilerin onu hatırlayacağı birşeyler bırakmalı. Bir hayali dünyanın yayınlanmış hikayesi kadar hoş bir eser ne olabilir ki?

Özledim be sizleri kızlar. Keşke burada olsaydınız:) Renkli renkli öpücüklere bulandınız:)

Tuesday, March 09, 2010

Yetenek sizsiniz...

Bu sıralar yetenek sizsiniz Türkiyeyi izler oldum. Açık söyleyeyim bu programın daha başlama tanıtımları sırasında çok dandik bir program olabileceği riski olduğunu düşünmüş ve önyargı ile bakmıştım. Daha önceki yetenek yarışmaları komiklik yapmaya çalışan zibidilerin ve sesi berbat olup da bunun farkında olmayan karga seslilerin elinde komedi programı olmaktan öteye geçememişlerdi. Tabi kendi içinde kategorileşmiş ses ve dans yarışmalarından bahsetmiyorum. Bu karma yeteneklerin kısa kısa görüntülerle denendiği yarışmaları kastediyorum.

Ön yargımla beraber ilk programlar bizim evde izlenmedi. Arada eşim ve oğlum baktılar ama ben izlemedim. Aslında belki de iyi yaptım. Ön elemelerde cidden kötü yarışmacılar olduğunu düşünüyorum. Fakat ne zaman iyiler seçildi, kötüler temizlendi, yani yarı final seçmeleri başladı ben de programı izlemeye başladım.

Doğruyu söylemek gerekirse Acun bu işi biliyor. Neyin tutulacağını iyi biliyor ve doğru programları seçiyor. Bu da onu başarıya götürüyor. Fakat bu durum onun programını çok beğendiğim ve eleştirmeyeceğim anlamına gelmiyor tabi:)

Bir kere şunu hiç anlamıyorum: Neden yarışma başlar başlamaz yarışmacılara oy verilmeye başlanılır? Bu son sıradakilere haksızlık olmuyor mu? Normal olarak önceden kimin çıkacağını bilmiyoruz. İlk yarışmacıya istenilirse bir çok oy yollanabilir ama son yarışmacının şansı aynı mıdır? Bu durumu haksızca buluyorum.

Erovizyon yarışmasında her ülke dinleniyor, en sonunda 10-20 dakikalık bir kısımda oy veriliyor. Bu doğru bir uygulama. Aslında yetenek sizsiniz de ilk yarı finalde de aynı uygulama sözkonusuydu ve bravo demiştim. Sonra bundan vazgeçtiler. Bu durumu da size hemen açıklayayım: İlk programda telefon gelirinin hepsi (ya da bir kısmı- bu konuda da Acunun farklı ve çelişen ifadeleri olmuştu) yardım için verilecekti... Şimdi nereye bağışlanacaktı hatırlamıyorum. Yani çok telefon edilmesi çok ticari bir kaygı gerektirmiyordu. Fakat o hafta gelen telefonlara bakmışlardır ve elde edilecek gelirin düşüklüğü canlarını sıkmış olmalı ki 2 küsur saat süren yarışma boyunca telefonlar işletildi!

Bizden kaçmaz:P Ticari bir gelir elde etmek en büyük hakkınız ama haksızlık oluyor ve biraz açgözlülüğe kaçıyor bu durum...

Bir de küçük çocukların bu programa katılmasına kesinlikle karşıyım. Tamam o çocukların çoğu yetenekli ama böyle bir strese sokulmalarına çok çok çok karşıyım. Çocuk biraz çocuk olmalı... Yetenekleri ile bir yere gelmek için çok gençler bence. Hem konservatuarlar var... orada eğitim alıp bu yeteneklerini kullanmaları daha doğru.

Yetenekli çocukların anne babalarının hırsına şaşıyorum. Çocukları psikopat bile yapabilir bu durum. Sevinçte, heyecanda, üzüntüde aynı yüz ifadesi ile bakan donuk çocukları görüyoruz bazen. Bu benim kanımı donduruyor!

Ayrıca herşeyin küçüğünü, sevimlisini seven, ajitasyonlardan etkilenen duygusal milletimiz çocukları oysuz bırakmıyorlar sağolsun. Bence yanlış... Ama tabi doğru bulana da, çocuklarını oraya gönderenlere de saygım var...

Başkaaa... Gelelim sevgili jurimize. Hülyacım zaten çok entellektüel bi hatun!!!!!!!! Zekice konuşmaları ile büyülüyor!!!!! Bayılıyorum!!!!!!!!! Yine en iyisi arada gıcıklık yapsa da Ali bey... Aslında juri bu yarışmada en gıcık olduğum kısmı oluşturuyor... Bir kere konularında uzman insanlar nerede??? Nerede profesyonel yorumlar? Ses yeteneğini irdelemek bu ülkede Hülya hanıma kaldıysa çok yazık diye düşünüyorum...

Ama pardon! Bu bir eğlence programıydı değil mi? Amaç popülerlik ve para toplamaktı... Unutmuşum:)

Yine de izletiyor ya! Siz ona bakın. Ben bile izliyorum... Ama yemekteyizi de izliyorum... Yani çok olumlu bir durum değil benim izlemem:PPP

Tuesday, February 23, 2010

Zamanda dergi yolculuğu...

Oldum olası okumayı sevmişimdir. Bu okuma merakım sadece kitaplarla sınırlı değildir. Çocukken yatağıma uzanıp elimde "kim kimdir, ne nedir" ansiklopedi serilerini hatmetmişliğim vardır. Gazeteler, dergiler, karikatür dergileri benim için hep önemli olmuştur.

Dergiler dedik de... Çocukluğumda Milliyet Çocuktan başka dergi var mıdı hatırlayamıyorum. Bir de hani Heidi vardı çizgifilm... (heidi... hayyyyyyyyyyydiii... deine welt sind die bergeeeheidiii haydiiii.... komm nach haus', find dein glück, komm zu uns wieder zurüüüüüück...) onun dergisi çıkardı haftada bir. Çok güzel parlak kağıtlara rengarenk basılan bu dergiyi ezberleyene kadar elimden düşürmezdim... Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı acaba???? Onca dergi, kitap, çizgi roman varken bilgisayarı bir an bırakıp okumayı akıl etmedikleri için ileride pişmanlık duyacaklar mı? Neyse konumuzu bozmayalım:)

Sonra büyüyüp (daha doğrusu büyüdüğümü zannedip) gençlik dergilerine yöneldim. Hey en eskilerden bilirsiniz... Bir de "Onyedi" dergisi vardı. Benim de bir akrabam orada yazı yazıyordu. O sıralar 13-14 yaşlarında olmalıyım... Çok sevmiştim. Hey dergisine göre daha soft, daha basit, daha yüzeysel ve müzk anlamında daha zayıf bir dergi de olsa o yoklukta mutlu ediyordu biz zavallı gençleri... Düşünün! 80 li yıllar! Müzik adına TV de bir bozukluk olsa da arada Boni Taylor girse diye dua ettiğimiz seneler! Kaset doldurttuğumuz, karışık listeyi heyecanla kasedi iyi kötü dolduran arkadaşlarımıza hazırladığımız o yokluk günleri:))

Dergilerden çıkan posterleri acaba hangimiz duvarlara veya dolaplara iliştirmedi? Hangimiz bu yüzden annelerimizden azar işitmedi? Hangimiz dergilerde hayran olduğumuz tipleri kesip o sıradan defterlerden (yokluk günlerindeyiz tabi sıradan defterler olacak) oluşturduğumuz günlüklere yapıştırmadı? Hangimiz sevdiğimizi şarkıların sözlerini dergilerden yakalayıp ezberlemedi? hem de dersleri ezberlemediğimiz kadar... Hangimiz Hey dergisinin liste başı şarkısına göz atmadı?

O gnleri anımsıyorum da... Ne mutlu ve huzurlu günlerdi aslında... Şimdiki gençlerin alışık olduğu ve adeta hayatlarının olmazsa olmaz alışkanlıklarının yüzde birinin bile geçerli olmadığı o günlerde dergile biz genççiklerin sıkıcı hayatlarına biraz olsun renk getirmiyor muydu?

Derken üniversiteye başladım... Biraz entellektüelleşme heveslerim vardır ve dergiden ziyade kitap okumaya ve 90 yılların o sıkıcı sanat filmlerine gitmeye başladım. Fakat yeni bir alışkanlığım da başlamamış değildi ki bu belki biraz erken bir döneme, lise yıllarıma denk gelir: Kadın dergileri... Kadınca vardı hatırlar mısınız? Hani şu onyedi dergisinde yazan akrabam bu sefer o derginin kurucu yazarlarından oluvermişti. Yepyeni bir kavramla tanışmıştım: Feminizm... Mor iğneli yıllardı:) Tacize karşı batırılmak üzere ceket yakalarında bekleyen çuvaldızların dönemi:) Duygu Asena ve grubunun etkisi altında kalmadım desem yeri olur. Ama liberaldim yani asla bakımsız paçoz bir feminist olamazdım...

Kadınca dergisi cinsel anlamda da o günlere göre radkaldi ve bekaret, hamilelik, cinsellik konularında engin bilgiler sağlıyordu. Annelerimizin cinsel anlamda daha kapalı oldukları düşünülürse bizim için bu bilgiler önemliydi... Ne kadar doğruydu tartışılır ama o dergilerden keyif alıyordum... evet...

Şimdi bakıyorum da ne kadar çok kadın dergisi var... Her ay bir tane alırım ama hangi dergi olduğu değişir... Bazen Cosmopolitan, bazen Elle, bazen Instyle... Kuaföre oturduğumuzda hepimiz göz atmayı severiz ayrıca unutmayın.

Bu yeni modern günümüz kadınına yönelik dergilerde gıcık olduğum birşey var... Çok elit bir kesime sesleniyor gibiler... İçlerine bakın lütfen... Sundukları kıyafetler, ayakkabılar, çantalar saatler... 1500 Euroluk ayakkabıları, 15.00 USD lik saatleri, 1000 tl nin altında olmayan kıyafetleri kaç kadın alabilir? adece A+ grup mu okuyor bu dergileri anlamıyorum? Şahsen ben bir ayakkabıya 500 Euro filan vermem arkadaş! Veremem daha doğrusu... Haaa bazen ekonomik alternatif sayfaları oluyor sağılsun... 1000 tl ye gmömlek, 60 tl ye aksesuar bulabiliyorsunuz:)))

Neyse... dergi maceram böyle işte. Nostalji de yapmış olduk:))

Renkli günler

Thursday, February 18, 2010

Yemektemiyiz???

Hadi itiraf edelim: Şu Yemekteyiz programına istediğimiz kadar gıcık olalım yine de izlemeden duramıyoruz! Nasıl bir mazoşistliktir bilmem! hep nefret edip, hem acayip kızıp, hem de izlemeye devam etmek...

Bu bloğumda nasıl gıcık olduğumu, birbirilerini yermekten zevk alan bu beceriksiz ve seviyesiz insanlar topluluğunu anlatmayacağım... Tersine onlar gibi gıcık ve eleştirici bir tipe bürünerek bir blog yaızyorum. Bugün bu yarışmalarda beni sinir eden iki şeye takmış durumdayım:

1) Zeytinyağlı yemekler yapılırken zeytinyağ yerine ayçiçek veya mısırözü yağı kullanılması!

2) tüm yemeklerde çeşme suyu kullanımı!

1- Kardeşim, adı üzerinde zeytinyağlı demek içinde zeytinyağ kullanılarak yapılan yemek demektir. Şahsen ben sadece zeytinyağlılarda değil pilav, bazı çorbalar ve kek dışında tüm yemeklerimde zeytinyağ ve hatta sadece ve sadece sızma zeytinyağ kullanırım. Ayçiçek yapını sadece çok eder yaptığım kızartmalarda kullanıyorum zorunlu olarak. Tadını hiç beğenmediğim gibi zeytinyağının sağladığı sağlığın yakınından bile geçmediğini düşünüyorum açıkçası

Zeytinyağ zadece sağlıklı bir hayat sunmuyor aynı zamanda cildinizi ve saçlarınızı besliyor inanın... Yaşıma göre cildimin iyi olmasında katkısı olduğunu düşünmüşümdür hep...

Zeytinyğlı yemekler bence Türk mutfağının kral yemeklerindendir. Hakkını vererek yapılması gerekir. Lütfen hiç değilse bu yemekleri doğru düzgün yapalım...

2- Kıllık belki ama asla çeşme suyu ile yemek yapmıyorum. patates haşlasam dahi iyi su kullanırım. Kusura bakmayın ama çeşmemden akan suya ne tat, ne de hijyen açısından güvenmiyorum. Yemeğin kaynaması filan da umurumda değil... Sırf psikolojik olarak bile çeşke suyu ile hazırlanmış bir yemekten hasta olabilirim...


İşte gıcığım bu ikisine... Nasıl? Yemekteyiz!e katılacak kıvama gelmiş miyim?

Renkli günler:)

Monday, February 15, 2010

Ah bu kilolar!

Diyete girdiğimi söylemiştim... Ne zaman girmedin ki demeyin:) Biliyorsunuz yıllar önce çok da katı olmayan bir diyet programı ile ideal kiloma düşmüştür. Sonra geçen kış epey kilo aldım. Yani diyebilirim ki hayatımda ulaştığım en üst kilodaydım:( Sonra bir silkindim. Hala genç ve güzelken (:P) vücuduma bu kötülüğü yapmamalıyım diye düşündüm. Sadece görsel anlamda da değil vücudumuza bu yaptığımız onu sağlıksız bir yola sürüklemekten başka birşey değil! Tamam 12 kilo vermeyi başardım da... Üstelik sadece yediklerimi azaltarak... Fakat son bir iki aydır yine gelsin güzel yemekler, gütsün tatlılar şeklinde bir "dolce vita" sürerekten 5 kilo aldım.

Yine dur demenin zamanı! Vücudumuza 10-15 kilo fazladan taşıtıp onu hamal yapmanın bir anlamı yok. Cidden kendimi iyi hissetmiyorum o fazlalıklarla! Yeniden incecik Renkleri görmek istiyorum aynada:)

Şimdi rejim planım şu: Heşeyi aynen yiyeceğim (tatlı ve hamurişini az tutarak tabi) Fakat miktarı hafif sebze ve meyva dılında 1/4 oranına indiriyorum. Tatlı ise ancak çok krize girersem bir küçük parça bitter çikolata (hem bu işin psikolojik yönü var dimi:))

Sabahları en kolay atlattığım öğün. Çünkü zaten kahvaltıyı çok severek yemem. hatta bana işkence gibi gelir bazen. 1 kepekli ekmek azıcık peynir ve bir kaç zetine (yanında bolca roka- evet evet sabah sabah) haftasonları birer yumurta ekleniyor

öğlenleri: İşyerinde çok seçeneğimiz yok diyet anlamında... Bir çok yemek yeeri ve seçeneği var ama diyetseniz bu durum sadece işkence çekmenize neden oluyor... Ben de genelde şu gruplardan seçiyorum öğle yemeğini:

1) bir kase çorba- 1 dilim kepekli ekmek ki bu en sevdiğim kış aylarında
2) Kepekli ekmeğe beyaz peynir ve domatesli küçük boy sandviç ve ayran (eğer masamdan ayrılamayacak kadar yoğunsam)
3) ızgara köfte- yanında 3 kaşık pilav
4) Yarım porsiyon sadece döner- ayran
5) Bir adet lahmacun- ayran (iş arkadaşım lahmacuna bayılır. ben de severim. bazen krizimiz tutuyor. Rejimle bağdaşmazmış gibi görülse de 1 adet lamacun 250 kalori. o nedenle ızgara köfte yemenizle çok farkı olmuyor. Haftada bir ödül olarak yenilebilir)

Akşam: Ne varsa işte... Az ama... Daha çok sebze ve tavk yapıyorum. Ve yanında bol yeşillik tüketiyorum. Roka, tere, taze soğan, marul. ben zevtinyağ- limonlu karışık salata yerine bunları ayrı yemeyi seviyorum. Bu da daha az kalori demek:)

Gece mutlaka meyve yiyoruz. Ve tabi ikindide...

Onun dışında zaten abur cubur alışkanlığım hiç yok...


1 haftada 2.6 kilo verdim. ama ilk hafta hep kolaydır bilirsiniz:)

Öptümmmm... Renkli günler...

Friday, February 12, 2010

Rejim Sorunsalı

Çok mutluyum aranıza dönmekten. Hepinizi ziyaret edemedim ama çoğunuza göz gezdirdim. Çoğunuz ya yazmayı bırakmış, ya belli kullanıcılarla paylaşıyor (heyy giriş hakkı istiyorum:)) ya da son bloğunu yazalı aylar, yıllar geçmiş. Ama bazı dostlarımın da hala burada olduğunu gördüm:) Heyecanla bloglarını bile okumadan yorum bıraktım çoğuna... Ve beni yalnız bırakmayıp ilk günümde beni desteklemek adına ziyaretime geldiler:) Seviyorum ben sizi yaaaa!!!


Immm... Aslında anlatacak çok şeyim var. Ama bu sıralarda kafamı taktığım bir iki konu var... Bilirsiniz her dönem bir veya bir kaç gözdem olur:) Bunlardan biri rejim! Hepimizin korkulu rüyası ama aynı zamanda da can simidimiz. Ben ortaokul yıllarından beri ne kadar zayıf olsam da zayıflık delisi bir kız olarak çok sık rejim yaptım diyebilirim. Ama tabi çocukluk ve ilk genç kız dönemlerimde yaptığım bu saçma ve anlamsız rejimler çoğu kez ikinci günde annemin yaptığı o enfes yemeklere saldırmamla tarihe gömülüyordu.

Derken Üniversite başladı ve ben 46 kiloydum! Evet evet yanlış duymadınız sadece 46 kilo! Boyumun 1.68 filan olduğunu düşünürsek epey zayıf bi kızmışım. Hani şimdilerde moda olduğu şekliyle, şu genç kızların bayıldığı "anoreksik" görüntüm ile harikaydım arkadaşlar... Tanrım! o sıra dar pantolonlar, streç kotlar, taytlar filan ne modaydı... Çöpten bacaklarımla şimdi ancak kollarımın girebileceği o dapdaracık harika pantolonlar içinde süzülüyordum.

Bu zayıf siluetimi üni sonuna kadar korudum korumasına ama arada kiloluyum ben krizlerine girip, iğrenç bir şekilde günde 200 kalori ile filan yaşar hale geldiğim dönemlerim oluyordu. aynı zamanda o yıllar annemin yaptığı o enfes yemeklere direnç gösterdiğim bir zaman dilimini de oluşturmuştu. Bazen tüm gün boyunca yemek yemeyi unuttuğum olurdu... yemek aklıma bile gelmezdi. En sağlıksız beslendiğim yıllardı anlayacağınız... Fakat bu 46-50 kilo aralığında ve hiç yememekle çok yemek arasında gidip geldiğim yıllarda mutsuz bir ifade ile dolaştığımı anımsıyorum. Sanırım çok zayıftım ama mutlu değildim... ve tabi bir de sağlıksız...

Yüksek yaptığım üniversite sonrası dönem ise sanırım artık bilinçlenmeye başlayan bir genç kız olmuştum... Değişik yemekleri öğrenmek, tatmak ve pişirmek hobim olmaya başlamıştı. Delice yemiyordum, sadece yeterli şekilde. Ve gördüm ki yemek yemek insanı öldürmüyor! Vücudumu da hiç bozmuyor. Tersine 50 kilo bana yakışmıştı bile...

Tez hazırlarladığım yıl ev kızı görünümüne büründüğün seneydi... Henüz çalışmaya başlamamıştım ve günümün çoğunu evde tezim için veri toplamak ve düzenlemekle geçiriyordum. Annem gezmeyi, misafirliği ve komşuculuğu çok sevdiği için ev gün boyunca sabah kahvesi içmeye, güne, şöyle bir uğramaya, yemeğe, akşam gezmesine gelen kişilerle dolardı. Kafamın dağılması için bu kalabalığa dahil olduğum ve annemle mutfak alıştırmalarını başarı ile sonuçlandırdığım için, eeee bi de güzel kızım;), mahallenin de ideal gelin adayı kızlarından biri haline gelivermiştim. Allahtan o dönemde nişanlandım da bu kadınların inceler bakışlarından kurtuluverdim:)

Evlendiğimde 52 kiloydum, hamile kaldığımda 54...

İşte gerçek kilo kabusum hamileliğimde neredeyse 30 kilo almamla başladı! Sanırım yemem de biraz artmıştı ama asıl etken alıştığım hareketli hayatıma ara verilmesiydi. O dönemde yüzümün acayip güzellştiğini anımsıyorum:) mmm hamilelik beni ne kadar güzelleştirmişti...

Sonrasında kilo vermeler, almalar... 14 yıl içerisinde 56 kilo ile 80 kilo arasında gidip gelen bir beden, 36 dan 44 bedene dek her türlü bedende kıyafetlerin dtoplandığı bir dolap ile felaketler zinciri başladı. Tamam tamam, abarttım öyle felaketlik bir durum yok. ama hastalıklı bir olay bu!

Sonuç olarak son dönemlerin en üst ikinci kilosuna ulaşmış durumdayım ve rejime başladım. Çok kararlıyım arkadaşlar. İlk hedefim 10 kilo, sonra da 14 kilo vermekt. Bu hafta 2 kilo verdim bile. Ama tabi ilk haftanın hızlı geçeceği gerçeğinin farkındayım:)

Pazartesi rejim tarzım hakkında yazacağım. Belki benim durumumda olan ve diyet programlarına uymak istemeyen kişilere ışık tutar:)

Pazartesi görüşürüz:)

Renkli günler...

Thursday, February 11, 2010

Renginiz döndüüüü...

Mmmmm... nerelerdeydim? Aslında buralardayım. Hayatımda herşey yolunda gidiyor Allah'a şükür. Fakat belki bloğuma ara vermeye ihtiyacım vardı. Yazacak bir şeyim olmadığından değil... Aksine dopdoluydum ama nedense elimi kaldırıp da tek kelime yazacak bir cesaret bulamadım.

Sizleri ve bloğumu düşünmedim mi sanıyorsunuz? Düşündüm, hem de çok sık... Karşılaştığım her ilginç durumda, izlediğim her isyan ettirici haberde, her türlü absürd hikayede bunu bloğuma yazmalıyım diye düşünüyorum. Ama gelgelelim elim klavyeye gitmiyor bir türlü.

Renkler fena sayılmaz. Her hayatta olduğu gibi pembelerle beraber grileri ve bazen siyahları da yaşıyorum ama herşeye rağmen hayati nefes almak, minik şeylerden de olsa zevk almak benim hayat felsefem biliyorsunuz.

O nedenle tekrar dönmeye karar verdim. Tekrar renklerimle boyayacağım hepinizi;)

Biliyorum artık benden ümit kestiniz ve artık bloğuma uğramıyorsunzu. Ve eminim ki çoğunuz da benim gibi yazmayı kesmiş durumda.... Umarım size tekrar kavuşurum ve yeni sostlar edinirim.

Mmm... neler yapıyorum.... Hayatım ne alemde.... son günlerde kızdıklarım, güldüklerim, isyan ettiklerim, itiraz ettiklerim hepsi sonraki bloglarımda...

Görüşürüz... Görüşürüz değil mi???